Ütopya - Thomas More
18:30
Eşine az taslanır üstün zekâsıyla tanınmış yenilmez İngiltere Kralı Sekizinci Henry ile değerli Kastilya prensi birkaç yıl önce ciddi şekilde bozuşmuşlardı. Bu işi görüşmek ve düzeltmek üzere o tarihte sözcü olarak Felemenk'e gitmiştim. Yanımda iş ve yol arkadaşı olarak eşsiz insan Cuthbert Tunstall vardı. Kral o sırada kendisine, herkesin alkışları arasında, Canterbury başpiskoposluğunu vermişti. Burada onun övgüsünü yapmaya kalkmayacağım. Dostluğumun bir dalkavukluk sayılması korkusuyla değil, övgülerimin onun bilginliğine ve erdemine erişemeyeceği düşüncesiyle. Kendisi öyle parlak bir ün kazanmış bulunuyor ki onu övmek, atasözünün dediği gibi, güneşi fenerle göstermeğe benzer. Görüşmelerin yapılacağı Bruges şehrinde Prens Charles'ın gönderdiği birbirinden seçkin sözcüleri bulduk. Bruges Valisi bu heyetin başındaydı. Mont-Cassel hâkimi George Thamasia ise aynı heyetin dili ve yüreğiydi. Konuşma ustalığı sanatından çok doğuşundan gelen bu adam devlet işlerinde en bilgin danışmanlardan biri sayılıyordu. Kişisel yetisine eklenen görmüş geçirmişliği, onun çok usta bir diplomat olmasını sağlamıştı.
Kongrenin ilk iki oturumunda birçok konu üstünde anlaşmaya varılamadı. Bunun üzerine İspanyol sözcüleri Prens'in ne diyeceğini öğrenmek için Brüksel'e gittiler. Ben de bu arada Anvers'e gitmek fırsatını buldum. Anvers'te pek çok insanla tanıştım, ama bağlandığım en hoş insan Anvers'li Peter Giles oldu. Yurttaşları arasında çok saygın bir yeri olan bu dürüst genç, kültürü ve ahlakıyla daha da büyük saygıya layıktır, "ilgisi ne kadar derinse huyu da o kadar iyi. Yüreği herkese açık; ama dostlarına o kadar candan, o kadar vefalı bir sevgiyle bağlıdır ki kendisine dostluğun pürüzsüz bir örneği dense yeridir. Alçakgönüllü, gösterişsiz, sade ve ölçülü bir insan. Nükteli konuşmasını bilir ve şakası kabalığa kaçmaz. Uzatmayalım, bu gençle öyle hoş, öyle tatlı bir ahbaplık kurduk ki beni yurdumdan, evimden karımdan ve çocuklarımdan dört ayı aşkın bir zaman ayıran gurbet pek acı gelmedi bana. Bir gün NotreDame'a gitmiştim. Halkın gözdesi olan bu kilise bizim en güzel mimarlık şaheserlerimizden biridir. İbadetten sonra otele dönerken birden Peter Giles'le karşılaştım. Yaşlıca bir yabancıyla konuşuyordu. Güneşten yanmış teni, uzun sakalı, üstünden düşecek gibi duran yeleği, hali tavrıyla bu yabancı bir gemi kaptanına benziyordu.
Peter beni görür görmez, bir cevap vermeğe hazırlanan yabancıdan bir an uzaklaştı, yanıma sokulup beni selamladıktan sonra:
"Bu adamı görüyor musunuz," dedi; "onu doğruca size getirmek üzereydim."
"Dostum," dedim, "sizinle geldikten sonra kim olsa sevinirdim."
"Tanısanız," dedi Peter, "yalnız gelmesini de isterdiniz. Bilinmez ülkeler ve insanlar üstüne size ondan daha etraflı, daha ilginç bilgiler verebilecek birini bulamazsınız dünyada. Böyle şeylere ne kadar meraklı olduğunuzu bilirim."
"Yanılmamışım," dedim! "İlk bakışta bir kaptana benzetmiştim kendisini."
"Yine de yanılmışsınız. Gemiyle gezmesine gezmiş, ama Palinurus gibi değil, Odysseus gibi, daha doğrusu Platon gibi. Dinleyin bakın nasıl:
Raphael Hythloday, bu adı ilk alan ailenin oğlu, oldukça iyi Latince ve çok iyi Yunanca bilir. Kendini sadece felsefeye verdiği için Atina'nın dilini Roma'nın dilinden daha yararlı görmüş, önemli konularda olsa olsa yalnız Seneca ya da Cicero'dan cümleler söyler. Memleketi Portekiz'miş. Gençliğinde varını yoğunu kardeşlerine bırakmış ve dünyayı dolaşma sevdasıyla yanıp tutuşarak, Amerigo Vespucci ile kader birliği etmiş. Bu büyük denizcinin şimdi her yerde anlatılan dört yolculuğunun son üçünde bir an yanından ayrılmamış. Ama Avrupa'ya onunla dönmemiş. Amerigo, onun yalvarıp yakarması üzerine, yirmi dört adamıyla birlikte Yeni Kastilya'da kalmasına izin vermiş. Böylece kendi isteğiyle kalmış o kıyılarda. Çünkü bu adamda gurbette ölmek korkusu falan yok. Bir mezarda çürümek şerefine de pek düşkün değil. Sık sık şu sözü tekrarlar: 'Mezarsız ölünün kefeni göklerdir; her yerde Tanrı'ya giden bir yol vardır.'
Bu serüvenci yaradılışıyla bir yerde ölüp kalmamış olması büyük bir talih doğrusu. Her neyse, Vespucci gittikten sonra beş Kastilya'lıyla birçok ülke dolaşmış. Bir mucize olarak Taprobana kıyılarına düşmüş, oradan Calicut'a ulaşmış nasılsa ve Portekiz gemilerine rastlayıp görmekten umudunu kestiği memleketine dönmüş."
Peter bunları anlatınca, bana böyle yaman bir insanı tanıtmak istemesinden ötürü kendisine teşekkür ettim. Sonra Raphael'e yaklaşıp görüşmenin gerektirdiği sözleri ettim ve onu Giles'le birlikte kaldığım yere götürdüm. Orada bahçeye çıkıp bir çayırda oturduk ve konuşma başladı. Raphael önce, Vespucci gittikten sonra nasıl arkadaşlarıyla birlikte yerlilerin dostluğunu kazandıklarını, tatlılıkla nasıl anlaşıp bir arada güzel güzel yaşadıklarını anlattı. Memleketinin ve kendisinin adını unuttuğum bir prens onları çok sevmiş ve korumuş. Onun sayesinde yolları boyunca kayıklar, arabalar bulmuşlar. Sadık bir rehber Prensin emriyle hep yanlarında kalmış, onları öteki prenslere tanıtmış. Günlerce yolculuk ettikten sonra köylere, kasabalara, oldukça iyi düzenli şehirlere varmışlar, birçok ustalar, güçlü devletler görmüşler.
Ekvatorda, güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar boydan boya ve oldum olası ateşten bir gök altında yanan ıssız ovalar varmış. Orada her gördükleri şey dehşete düşürüyormuş onları. Başıboş topraklarda tek yaşayanlar en vahşi hayvanlar, en korkunç sürüngenler ve o hayvanlardan da vahşi insanlarmış yalnız. Ekvatordan uzaklaşınca tabiat yumuşuyormuş biraz. Sıcak daha az bunaltıcı, toprak daha yeşil ve güler yüzlü, hayvanlar belasızmış. Daha ötelerde ise karadan ve denizden ticaret yolları olan şehirlere, kasabalara rastlamışlar. Bunların uzak ülkelerle de alışverişleri varmış. Bütün bu keşifler Raphael'le arkadaşlarını coşturdukça coşturmuş. Yolculuk heveslerini süsleyen bir şey de, her kalkan gemiye, nereye giderse gitsin, hiç zorluk çıkarılmadan alınmaları olmuş. İlk rastladıkları gemilerin dipleri düz, yelkenleri hasırdan, papirüs yapraklarından ya da deridenmiş. Daha sonra uçları sivri ve kenevir yelkenli tekneler görmüşler. Sonunda tıpatıp bizimkilere benzer gemilere de binmişler. Bunların kaptanları gökleri ve denizi oldukça iyi bilen usta denizcilermiş, ama pusuladan hiç haberleri yokmuş. Bizim Kastilya'lılar onlara ucu mıknatıslı iğneyi gösterince adamcağızlar şaşkına dönmüşler, bu iyiliği nasıl karşılayacaklarını bilememişler. Zavallılar denize hep korka korka çıkarlarmış ve yalnız yazın engine açılmaya yürekleri varırmış. Şimdiyse artık, pusula elde, rüzgârlara kafa tutar olmuşlar. Kış gezilerinde güvenleri artınca tehlike de artmış. Çünkü bu güzel buluş onları belalardan kurtaracak yerde, ölçüsüzlük yüzünden daha da büyük belaların kucağına atabilirdi. Raphael'in dünyayı dolaşırken gördüklerini burada anlatmam çok uzun sürer. Zaten bu kitabın amacı da o değil. Belki başka bir kitapta bu işi ele alırım, ve Raphael'in gördüğü uygar ulusların törelerini, akıllıca toplum düzenlerini etraflıca anlatırım.
Bu konular üstüne onu sorulara boğuyorduk, o da merakımızı gidermeye can atıyordu. Artık yeniliğini yitiren o devleri, ejderhaları sormuyorduk ona. Çünkü Skyllas'lar, Cetenos'lar, sürüyle insan yiyen Lastrigon'lar, daha bilmem hangi canavarlar her yerde bulunabilir. Kolay kolay bulunmayan şey, doğrulukla, akıllıca düzenlenmiş bir toplumdur. Doğrusunu isterseniz, Raphael bu yeni uluslarda bizimkiler kadar kötü düzenler, kurumlar görmüş; ama ihtiyar Avrupa'nın şehirlerini, uluslarını, krallıklarını uyarabilecek, yeniden yaşatabilecek birçok yasaya da raslamış. Bütün bunlar, dediğim gibi bir başka kitabın konusu olacak. Burada yalnız Raphael'in Utopia halkı ve devleti üstüne anlattıklarıyla yetineceğim. Önce konuşmamızın nasıl bu mutlu ada üstüne geldiğini söylemeliyim okuyucuya.
Raphael anlattıklarına derin düşünceler de katıyordu. Türlü devlet biçimlerini açıklarken her birinde neyin doğru neyin eğri, neyin iyi neyin kötü olduğunu şaşırtıcı bir kesinlikle çözümlüyordu. Bunca ulusun yasalarından, törelerinden bu kadar bilgince söz ettiğini duyunca insan Raphael'in görüp geçtiği her yerde bütün bir ömür geçirdiğini sanabilirdi. Peter hayranlığını saklayamadı:
"Doğrusu, sevgili Raphael," dedi, "niçin bir kral yanına girmediğinize şaşıyorum. Hangisine başvursanız sizden hoşlanır ve yararlanır. Boş zamanlarında bütün bu bildiklerinizi seve seve dinler; değişik memleket ve insan örneklerinden değerli dersler alırdı. Üstelik siz de hem kendinize hem de ailenize, dostlarınıza, parlak bir durum sağlardınız."
"Ailemden yana pek kaygım yok" dedi Raphael, "onlara karşı ödevimi yaptım sanıyorum. Herkes varını yoğunu ihtiyarlığında, ölüm döşeğinde, elleri zaten hiçbir şey tutamaz olunca başkalarına bırakır. Bense genç ve sapasağlamken her şeyimi yakınlarıma verdim. Bana bencil demeye dilleri varmaz herhalde; daha fazla para kazanmak için benim bir krala kölelik etmemi isteyemezler."
"Yanlış anlamayın," dedi Peter; "ben sizin kral yanına uşak olarak değil, bakan olarak girmenizi söylemek istedim."
"Krallar, dostum, ikisini pek ayırmazlar birbirinden. Bakanı da kendilerine hizmet eden bir adam diye görürler."
"Bakan ya da başka şey," dedi Peter; "benim istediğim sizin halka, insanlara daha yararlı olmanız ve kendiniz için daha mutlu bir hayat sağlamanız."
"Daha mutlu mu dediniz? Duygularıma, tabiatıma aykırı bir durumda nasıl mutlu olabilirim? Ben şimdi özgür bir insanım, dilediğim gibi yaşıyorum. Zengin saraylıların kaçı aynı şeyi söyleyebilir? Hem kralların gözüne girmek isteyen o kadar çok insan var ki. Ben ve benim yaradılışımda üç dört kişi saraya girmezsek, kral eksikliğimizi hissetmez, merak etmeyin."
O zaman ben söze karıştım:
"Siz paraya, devlet koltuğuna düşkün değilsiniz, orası belli. Bana sorarsanız sizin gibi bir insana, bir imparatorluğun başındaki insanlardan daha fazla saygı duyarım. Ama bana öyle geliyor ki, sizin kadar büyük yürekli, olgun düşünceli bir adam rahatlığı pahasına da olsa zekâsını kamu işlerinde kullanmalıdır. Bunu en verimli olarak yapmanın yolu da büyük bir kralın danışmanları arasına girmektir. Çünkü siz nasıl olsa şerefinize ve doğruluğa aykırı tek söz edemezsiniz. Bildiğiniz gibi kral öyle bir kaynaktır ki, iyilik de kötülük de oradan sel gibi akar halkın üstüne. Devlet işlerine alışkın olmasanız bile bunca bilginiz ve zekânızla en cahil bir krala bile çok yararlı bir bakan olabilirsiniz."
"İki yönden aldanıyorsunuz, dostum Morus," dedi Raphael; "hem iş, hem de kişi yönünden. Bende gördüğünüz üstünlükten çok uzağım. Ama yüz kez daha üstün de olsam benim rahatımı kaçırmamın devlet işlerine bir yararı olmaz. İlkin şundan ötürü: Krallar yalnız savaşı düşünürler, bense bu sanatları ne anlarım, ne de anlamak isterim. Yalnız barışa yararlı sanatlar kralların pek umurunda değildir. İş yeni ülkeler kazanmaya geldi mi, bütün yollar iyidir onlar için: Din, iman, akıl dinlemezler, ne günaha girmekten çekinirler ne kan dökmekten. Buna karşılık kazandıkları memleketlerin halkını iyi yönetmekle pek uğraşmazlar.
Kralların danıştığı insanlara gelince: Bunların bir kısmı ağızlarını açmaz, çünkü söyleyecek sözleri yoktur, kendileri akıl danışmak durumundadır. Bir kısmınınsa akılları erer, işe yarayacaklarını da bilirler; ama her zaman gözde olan yetkilinin düşüncesini paylaşılan, ortaya attığı budalalıkları alkışlarlar. Bütün bu aşağılık asalakların tek kaygısı, yüz karası bir dalkavuklukla, kralın tuttuğu adamın desteğini kazanmaktır. Bir diğer kısmı da kendilerini beğenmiş kişilerdir, yalnız kendi düşüncelerine değer verir, kimseyi dinlemezler. Bunda da şaşılacak bir şey yok, çünkü doğa herkese kendi yarattığını sevip okşama içgüdüsünü verir: Karga da, maymun da kendi yavrularına gülümser yalnız. Yükselme tutkusunun, para kaygısının ya da kendini beğenmişliğin ağır bastığı bu danışma kurullarında yapılan nedir? Biri çıkar da geçmiş zamanlardan ya da yabancı ülkelerden örnek getirip yeni bir düşünce ileri sürecek olursa, bütün dinleyenlerin akılları başlarından gider; hepsini hele kendisini beğenmişleri bir telaştır alır, akıllılık ünlerini yitirmekten, budala sayılmaktan korkarlar. Kafalarını eşeleye eşeleye bu düşünceleri çürütecek kanıtlar ararlar, bellekleri bu çürütmeyi beceremedi mi, şu beylik lafın ardına sığınırlar: 'Bizim babalarımız böyle demiş, böyle yapmışlar. Keşke biz de babalarımız kadar akıllı olabilsek.' Böyle der ve büyük bir kehânet yumurtlamış gibi böbürlenerek yerlerine otururlar. Onlara bakacak olursanız, atalarından daha akıllı bir adam çıktı mı, insanlık batar. Bununla beraber atalarımızdan kalan en güzel kurumları yaşatmakta, geliştirmekte hiç de ateşli değiliz. Biri onları düzeltmeye, yenileştirmeye kalktı mı ilerlemeye katılmamak için eskiye sarılırız. Her yerde bu küflü, bu saçma, bu böbürlü kafaları görmüşümdür. Bir kez de İngiltere'de. ."
"Nasıl," dedim; "İngiltere'ye gittiniz mi?"
"Evet, birkaç ay kaldım," dedi. "Batılı İngilizlerin krala karşı açtıkları bir savaştan biraz sonraydı. Savaş
başkaldıranların korkunç bir kırıma uğramasıyla bitmişti. O sırada Canterbury Başpiskoposu ve İngiltere Başbakanı sayın John Morton'a büyük minnet bağlarıyla bağlanmıştım. John Morton, (bunları yalnız size söylüyorum, sevgili Peter, çünkü Morus dostumuz bunu çok iyi bilir), evet Morton, yüksek mevkiinden çok, karakteri ve erdemiyle saygı uyandıran bir insandı. Orta boylu bedeni yaşının ağırlığı altında eğilmemişti. Yüzü hiç de sert olmadığı halde saygı uyandırıyordu insanda. Kendisine kolay yaklaşıldığı halde ciddi ve ağırbaşlıydı. İş için gelenleri hiç de kırıcı olmamakla beraber bazen oldukça kaba bir lafla denerdi; bu saldırı karşısında hazırcevaplık ve küstahlığa kaçmayan bir sertlik gösterenler hoşuna giderdi. Böyle bir denemeyle herkesin değerini anlar ve adamına göre iş verirdi. Konuşması yalın ve güçlü, hukuk bilgisi derin, anlatışı tatlı, belleği eşsizdi. Doğuştan gelen yetilerini iş görerek, okuyup öğrenerek geliştirmişti. Kral söylediklerine çok önem veriyor ve onu devletin en sağlam dayanaklarından biri sayıyordu. Delikanlılık çağında kolejden saraya geçmiş, en büyük olaylara karışmış, kaderin fırtınalı denizinde durmadan sallanmış, her gün karşılaştığı tehlikeler içinde yaman bir sakınma gücü edinmiş, dünyayı bilmenin ta kendisi olmuştu nerdeyse.
Bir rastlantı beni bu bilgin din adamının sofrasında yasa bilgisiyle ün salmış lâik bir aydın kişiyle karşılaştırdı. Bu adam, bilmem nasıl, hırsızlara karşı yasanın gösterdiği sertliği övmeye başladı. Hırsızların nasıl onar yirmişer şurada burada darağaçlarına asıldığını sevine sevine anlatıyordu:
'Böyleyken ne iştir anlamıyorum,' dedi; 'sadece birkaç hırsız asılmaktan zor paçasını kurtardığı halde, bugün İngiltere'de yine de hırsızdan geçilmiyor.'
Kardinalin evindeki söz özgürlüğünden yararlanarak dedim ki:
'Bu sizi hiç şaşırtmamalı. Ölüm cezası böylesi durumlarda hem haksız, hem yararsızdır. Öldürmek hırsızlığı cezalandırmak için çok ağır, hırsızlığı önlemek içinse çok hafif bir cezadır. Her çalan ölümü haketmedikten başka, açlıktan ölmemek için çalan adama en korkunç işkenceleri de yapsanız yine çalar. Bu konuda İngiltere'nin ve daha birçok memleketin adaleti, öğrencileri yetiştirecek yerde döven kötü öğretmenlere benziyor. Hırsızlara en ağır cezaları verecek yerde, toplumun bütün üyelerine yaşama olanaklarını sağlasanız ve kimse kellesi pahasına çalmak zorunda kalmasa daha iyi olmaz mı?'
'Toplum bunu düşünmüş,' dedi yasacı; 'zanaat da tarım da halde birçok geçim yolları sağlamış. Ama öyle insanlar var ki çalışmaktansa adam soymayı daha akıllıca buluyorlar.'
'İşte bunu söylemenizi bekliyordum,' dedim. 'Size iç ve dış savaşlardan eli ayağı sakat dönenlerden söz etmeyeceğim. Ama sorarım size: Kaç asker Cornouailles ve Fransa savaşlarında, kral ve yurt uğruna neler yitirmedi, göz, kol, bacak, nelerinden olmadı. Bu zavallıların artık eski zanaatlarını yapacak halleri yoktu. Yeni bir zanaata geçmeye de yaşları elverişli değildi artık. Bırakalım bunları: Savaş her zaman olmaz diyelim. Her gün gözlerimizin önünde olup bitenlere bakalım. Halkın yoksulluğa düşmesinin baş nedeni aristokratların çokluğudur. Bu yararsız, bu balvermez arılar başkalarının alın teriyle geçinmekte, topraklarında çalışanlardan daha fazla yararlanabilmek için onları derisine kadar yüzmekte, bunun dışında başka gelir kaynağı bilmemektedirler. Ama iş keyif için para harcamaya geldi mi, bu adamların yapmayacağı delilik yoktur. Bu uğurda varlarını yoklarını havaya savurup dilenciliğe kadar düşerler. Üstelik kendileriyle birlikte başka işlerde hayatlarını kazanamayacak bir sürü aylak uşağı da yoksulluğa sürüklerler.
Uşaklar hastalanır, ya da efendiler ölecek olursa kapı dışarı edilirler. Çünkü aristokratlar boş oturan uşakları besler, ama hasta uşakları beslemezler. Çok kez de mirasçılar babalarının beslediği uşakları besleyecek durumda olmazlar. Bütün bu insanlar çalmak cesaretini gösteremezlerse açlıktan ölmeye katlanmak zorundadırlar. Başka ne yapabilirler? İş aramaktan sağlıkları da, sırtlarındaki elbiseler de yıpranır. Sapsarı suratlar ve yırtık pırtık elbiselerle zenginlere başvurdukları zaman kimse yüzlerine bakmaz. Köylüler bile iş vermez onlara. Onlar da bilirler ki keyifler, cümbüşler içinde yaşamış, kılıç kalkan kullanmaya, halka yukarıdan bakmaya alışmış bir adam kolay kolay kazma kürek kullanmaya, boğaz tokluğuna yoksul bir çiftçinin hizmetinde çalışmaya alışamaz.'
Bu sözlerime şöyle karşılık verdi yasacı:
'İşte devlet asıl böylesi insanları beslemeye ve çoğaltmaya çalışmalı. Böyleleri işçilerden, çiftçilerden çok daha yürekli, çok daha zevkli insanlardır. Yürekçe de, kafaca da onlar güçlüdür. Savaş oldu mu ordu öyleleriyle kurulur ancak.'
'Öyleyse,' dedim, 'size göre hırsızlar ne kadar çoğalırsa ordular da o kadar şanlı şerefli, başarılı olur. Bu aylaklar tükenmez bir asker kaynağı, demek sizce. Gerçekten de hırsızlar hiç kötü asker olmuyorlar, üstelik askerler de hırsızlıktan hiç de çekinmezler. Her iki meslek arasında çok benzerlikler vardır. Ne yazık ki bu toplum yasası yalnız İngiltere'yi değil, bütün ulusları kemirmektedir. Fransa daha belalı bir salgının pençesindedir. Memleketi baştan başa devletin parayla tuttuğu, alaylara ayırdığı sayısız sürüler sarmış, kuşatmıştır. Barış zamanlarında hem de. Kısa süreli duraklamalara barış denebilirse. . Bu berbat sistemi kuranlar, sizde sürü sürü aylak uşaklar besleyenlerle aynı kafadalar. Bu korkak ve kuşkulu politikacılara göre devletin güvenliği hep silah altında tutulacak büyük, zorlu, savaş görmüş kimselerden kurulu bir orduya bağlıdır. Halk arasından toplanacak askerlere güvenmezler. Savaşları da nerdeyse askerin görgüsü artsın diye yaparlar: Sallust'un dediği gibi, bu koca insan mezbahasında askerin, yüreği ya da eli barış yüzünden yumuşamasın diye. Fransa bu yırtıcı hayvanları beslemenin ne tehlikeli bir şey olduğunu başına gelenlerle öğreniyor. Oysa Romalıların, Kartacalıların, daha nice eski ulusun tarihine bir göz atsa yeterdi. Hep ayakta duran bunca ordu ne işine yaradı Fransa'nın? Toprakları talan edildi, şehirleri yıkıldı, imparatorlukları battı. O nerdeyse beşikten yetişme askerler bir işe de yarasalardı bari. Usta Fransız askerleri toplama İngiliz askerleriyle birkaç kez karşılaştılar. Ne sonuç aldıkları üstünde durmayacağım; çünkü beni dinleyenlere hoş görünmek istediğim sanılabilir.
Gelelim sizin uşak askerlere. Bunlar işçi ve çiftçilerden daha cesur, daha gürbüz olur diyorsunuz. Yoksulluk yüzünden bedence ve ruhça iyice çökmüş olanlar dışında, işçi ve çiftçileri aylak bir uşağın yıldıracağını hiç sanmıyorum. Uşaklar daha iri yan, daha gürbüz olabilirler; çünkü zenginler çürütecekleri insanları öyleleri arasından seçerler. Ama bu sağlam, bu yakışıklı delikanlıların aylaklık içinde uyuşmaları, kadın işlerinde yumuşamaları yazık değil mi? Onları şerefli bir zanaata sokup, ellerinin emeğiyle yaşamaya alıştırıp çalışkan ve yararlı kişiler arasına katmak daha doğru olmaz mı?
Neresinden bakarsak bakalım, bu aylak uşak sürülerinin memlekete bir yarar getirebileceğini sanmıyorum. Savaşta bile işe yaramazlar. Kaldı ki savaşı önlemek de her zaman elinizdedir. Üstelik bu sürüler barış zamanında da baş belasıdır. Oysa insan savaştan önce barışa önem vermeli, barış üstüne kafa yormalı.
Soylular sınıfı ve uşak takımı sizi kaygılandıran çapulculukların tek nedenleri değildir. Yalnız sizin adaya özgü bir bela daha var başınızda.'
'Nedir o?' diye sordu Kardinal.
'Bütün İngiltere'yi saran koyun sürüleri. Başka yerlerde o kadar tatlı, o kadar tokgözlü olan bu hayvanlar sizin memleketinizde öyle açgözlü, öyle doymak bilmez olmuşlar ki insanları bile yiyorlar, kırları, köyleri, evleri silip süpürüyorlar.'
Gerçekten, en ince, en değerli yünü çıkaran krallığınızın her yanında işlerinde yumuşamaları yazık değil mi? Onları şerefli bir zanaata sokup, ellerinin emeğiyle yaşamaya alıştırıp çalışkan ve yararlı kişiler arasına katmak daha doğru olmaz mı?
Neresinden bakarsak bakalım, bu aylak uşak sürülerinin memlekete bir yarar getirebileceğini sanmıyorum. Savaşta bile işe yaramazlar. Kaldı ki savaşı önlemek de her zaman elinizdedir. Üstelik bu sürüler barış zamanında da baş belasıdır. Oysa insan savaştan önce barışa önem vermeli, barış üstüne kafa yormalı.
Soylular sınıfı ve uşak takımı sizi kaygılandıran çapulculukların tek nedenleri değildir. Yalnız sizin adaya özgü bir bela daha var başınızda.'
'Nedir o?' diye sordu Kardinal.
'Bütün İngiltere'yi saran koyun sürüleri. Başka yerlerde o kadar tatlı, o kadar tokgözlü olan bu hayvanlar sizin memleketinizde öyle açgözlü, öyle doymak bilmez olmuşlar ki insanları bile yiyorlar, kırları, köyleri, evleri silip süpürüyorlar.'
Gerçekten, en ince, en değerli yünü çıkaran krallığınızın her yanında soylular, zenginler hatta pek sayın rahipler bile toprak için birbirine giriyorlar. Bu zavallılara iratları, türlü kazançları, toprak gelirleri yetmiyor; işsiz güçsüz oturup keyif çatmak, devlete bir yarar getirmeden halkın sırtından geçinmek gözlerim doyurmuyor adamların. Geniş tarım topraklarını boşaltıp otlak yapıyorlar. Evleri yıkıp kiliseyi bırakıyorlar yalnız, onu da ağıl olarak kullanıyorlar. En çok oturulan en çok işlenen yerleri çöle çeviriyorlar. Ormanlara, parklara, av hayvanlarına ayırdığınız yerler yetmiyormuş gibi. Böyle doymak bilmez cimrinin biri binlerce dönümlük yeri kuşatıveriyor. İçindeki namuslu çiftçileri evlerinden çıkarıyor: Kimini yalan dolanla, kimini zorla, kimini de türlü yollardan tedirgin edip yerlerini satmak zorunda bırakarak. Doyuracak karınları paralarından çok fazla olan bu köylüler (tarım çok kol isteyen bir iştir çünkü) çoluk çocukları, dulları, yetimleri, ana babaları ve torunlarıyla yollara düşerler. Doğdukları evden, karınlarını doyuran topraktan ağlayarak uzaklaşır zavallılar ve barınacak yer bulamazlar. O zaman kap kaçaklarını, pılılarını pırtılarım yok pahasına satarlar. Onlar da bitince ne kalır yapılacak: Çalmak ve Tanrı buyruğuyla asılmak. Yoksulluklarını dilencilikle sürdürmek isteyenler de çıkabilir: Onları da serseri diye yakalayıp zindana atıverirler. Oysa nedir suçları bu insanların?
Çalışmaya can attıkları halde kendilerine iş verecek kimseyi bulamamak. Hem hangi işe girebilirler zaten? Topraktan başka şeyden anlamazlar ki. Eskiden yüzlerce kolun çalıştığı topraklarda koyunları otlatmaya bir tek çoban yeter.
Bu kötü yolun bir başka sonucu da yiyecek fiyatlarının artmasıdır. Bununla da kalsa iyi: Otlaklar çoğaldıktan sonra korkunç bir salgın sürülerle koyunu öldürüverir. Tanrı sanki böylece sömürgenlerimizin doymaz pintiliğini cezalandırmak istemiş. Keşke bu belayı koyunların değil, kendilerinin başına indirseydi. Bunca sürü yok olunca yün fiyatları öyle yükselir ki en yoksul dokumacılar yün satın alamaz olurlar. Alın size bir sürü işsiz daha. Gerçi koyun sayısı pek çabuk artar, ama fiyatları yine de düşmez; çünkü satıcılar azalmıştır. Yün ticareti birkaç zengin fırsatçının eline geçmiştir; onlar da satmakta acele etmez, büyük kazanç olmadıkça satmazlar yünleri. Aynı sebeple başka hayvan fiyatları da arttı, hem daha da fazla; çünkü sütçülük, yağcılık, tarım yapılmayınca bu işlerde kullanılan hayvanlar hiç yetiştirilmez oldu. Büyük beyleriniz koyunlara verdikleri önemi öküze, ineğe vermiyorlar tabii. Uzak yerlerden bir deri bir kemik kalmış hayvanları çok ucuza satın alıyorlar, otlaklarında besleyip ateş pahasına satıyorlar.
Korkarım İngiltere'nin daha çok çekeceği var bu yürekler acısı yolsuzluklar yüzünden. Şimdiye kadar hayvan besleyiciler fiyatları yalnız sattıkları yerde yükseltebildiler. Ama satın aldıkları yerde hayvan azalma ve çoğalmalarına vakit bırakılmazsa İngiltere'nin hayvan sayısı farkına varılmadan azalır ve memleket korkunç bir kıtlığa düşer sonunda. Böylece bir avuç vicdansızın cimriliği yüzünden adanıza zenginlik getirmesi gereken şey yoksulluk getiriyor.
Ulusça duyulan darlık herkesi masraflarını kısmaya ve hizmetçisine yol vermeye zorluyor. Kapı dışarı edilenler nereye gidiyorlar? Dilenmeye ya da çalabilirlerse, çalmaya. Bu yoksulluk nedenlerine, gösteriş için çılgınca harcanan paralar da ekleniyor. Uşaklar, işçiler, köylüler, hemen bütün sınıflar giyeceklerinde yiyeceklerinde görülmedik bir lükse kaçıyorlar. Bir de o fuhuş yerleri, ayyaşlık, cümbüş ve türlü kumar yuvaları. Buralara dadananlar bütün paralarını kaptırır ve kayıplarını kapamak için hırsızlık yoluna girerler.
Adanızı bu toplum vebalarından, bu suç ve yoksulluk tohumlarından kurtarın. Öyle yasalar çıkarın ki köyleri, çiftlikleri yıkan beyler ya hepsini yeniden yapmak, ya da toprağı yeniden çiftlik kuracak insanlara bırakmak zorunda kalsınlar. Zenginlerin cimri bencilliğini frenleyin. Sömürme, tekel kurma hakkını alın ellerinden. Aylak insan bırakmayın memleketinizde. Tarımı büyük ölçüde geliştirin. Yün işlikleri ve daha başka üretim kolları yaratın. Yoksulluk yüzünden bugüne dek hırsızlık, serserilik, ya da uşaklık eden, aşağı yukarı aynı kaderi paylaşan bir sürü insan oralara gidip yararlı bir çalışma yoluna girsin. Bütün bu anlattığım dertlere çare bulmazsanız, adaletinizle övünmeyin: İnsafsızca, budalaca yalan söylemiş olursunuz.
Milyonlarca çocuğu bozucu, körletici bir eğitimin pençesinde bırakıyorsunuz. Erdem çiçekleri açabilecek bu körpe fidanlar gözlerinizin önünde kurtlanıyor; büyüyüp suç işledikleri zaman, yani içlerine çocukluktan giren kötülük tohumları acı meyvelerini verdiği zaman ölüm cezasına çarptırıyorsunuz onları. Sizin yaptığınız nedir biliyor musunuz? Asma zevkini tadabilmek için hırsızlık yaratmak.'
Ben böyle konuşurken yasacı hasmım bana karşılık vermeye hazırlanıyordu. Tartışmaktan çok parlak sözler etmek, bildiklerini tekrarlamak, benimle bir bellek yarışmasına çıkmak üzereydi.
'Çok güzel konuştunuz,' dedi. 'Bir yabancı olduğunuz için bu söyledikleriniz kulaktan dolmadır. Size daha sağlam bilgiler vermek isterim. Konuşmamın düzeni şu olacak: Önce sizin söylediklerinizi özetleyeceğim. Sonra olayları bilmemekten gelen aldanmalarınızı belirteceğim. Sonunda da kanıtlarınızı çürütüp tuz buz edeceğim. Verdiğim bu sırayla başlıyorum. Aldanmıyorsam söyledikleriniz dört. .'
'Sözünüzü burada kesiyorum,' dedi birden Kardinal. 'Bu girişe bakılacak olursa konuşmanız bir hayli uzun süreceğe benzer. Bugün için sizi bu yorgunluğa katlanmaktan kurtaracağız. Ama söylevinizi bir alacak sayıyorum. Gelecek toplantımızda, karşı tarafın da bulunması şartıyla, tamamını isteriz. Gelebilirseniz yarın ikinizi de beklerim. Şimdilik, Raphael dostum sizden şunu öğrenmek isterim: Hırsızlığa ölüm cezası vermek niçin yersizdir ve siz halkın güvenliğini hangi ceza ile sağlamayı düşünürsünüz? Herhalde, hırsızlığı hoşgörmeli diyecek değilsiniz. Sizce darağacı bugün hırsızlığı önlemeye yetmediğine göre, hırsızları hayatlarını yitirmekten başka neyle korkutabilirsiniz? Yasayı dinletmek için daha sağlam yol nedir sizce? Daha az sert bir ceza vermek hırsızların cüretini artırmaz mı?'
'Ben şuna inanıyorum ki,' dedim, 'toplum her insana eşit bir güvenlik sağlamadığı sürece bir insanı para çaldığı için öldürmek doğru değildir. Diyeceksiniz ki, toplum ölüm cezasını verirken beş on para çalmanın değil, adaletin ve yasaların öcünü almaktadır. Ben de buna karşı bu ilkeyi söyleyeceğim: Summum jus summa injuria (Aşırı doğruluk aşırı haksızlık getirir.) Yasa koyanın aklı o kadar yanılmaz, o kadar kesin midir ki buyruğunu dinlemeyen kılıcı hak etsin? Yasa bütün suçları bir kaba koyacak, çalmakla öldürmeyi aynı gözle görecek kadar katı ve duygusuz değildir. Doğruluk boş bir laf değilse bu iki suç arasında dağlar kadar ayrılık vardır.
Tanrı öldürmeyi yasak etmiş, bizse birkaç para için adam asıyoruz, olacak şey mi bu?
Denebilir ki, Tanrı'nın yasak ettiği, özel bir kişinin başkasını öldürmesidir, yasaları uygulayan yargıcın öldürmesini değil. Evet ama insanların Tanrı buyruklarına aykırı yasalar çıkarmasını, ırza geçmeyi, zinayı, yalan yere yemin etmeyi kitaba uydurmalarını kim önleyebilir? Nasıl önler? Tanrı bize yalnız başkasını değil kendimizi öldürmeyi bile yasak etmiş. Oysa biz yasaların gölgesine sığınarak birbirimizi boğazlayabiliyoruz! Bu korkunç adalet anlayışı yargıçları ve cellatları Tanrı buyruğunun üstüne çıkarabilecek, onlara yasanın öldür dediğini öldürme hakkını verecek!
Bundan şu olmayacak sonuç da çıkarılabilir ki, Tanrı adaletinin insan adaletine uydurulması, insanların isteğince yasalaşması gerekir, ve Tanrı'nın buyruklarına ne zaman uyulup ne zaman uyulmayabileceğini hangi durumda olursa olsun insanlar kararlaştırabilecektir.
Musa'nın yasası bile, köleler ve katı yürekliler için konmuş olan bu korkutma ve öcalma yasası bile, bir şey çalmayı ölümle cezalandırmıyor. Bizse Tanrı'yı baba sayan, rahmete, merhamete dayanan İsa yasası altında, daha az insanca davranmak, dilediğimiz zaman insan kardeşimizin kanına girmek hakkını nasıl verebiliriz kendimize?
İşte bu düşüncelerle çalana ve öldürene aynı cezanın verilmesini haksız buluyorum. Bu cezanın saçma olduğu kadar, halkın güvenliği bakımından zararlı olduğunu da kolayca anlatabilirim. Çalmakla öldürmenin aynı cezayı aldığını gören ne yapar? Soymakla yetinebileceği adamı öldürür, kendi kellesini korumak için öldürür. Kendini ele verecek olanı ortadan kaldırmış, suçunun bilinmesini daha kolayca önlemiş olur. Neye yaradı yasanın sertliği? Hırsızı darağacıyla korkutarak katil yapmış olduk. Şimdi, üstünde çok durulan bu sorunun çözümüne geliyorum: En iyi cezalandırma yolu hangisidir?
0 yorum